“Modern Türk tiyatrosunun kurucusu” Muhsin Ertuğrul, dönemin “tiyatro mabetleri” olarak gördüğü Almanya, Fransa, İsveç, ABD gibi birçok ülkeye araştırma gezileri yapmış, buralarda gördüklerini de gazete ve dergilere yazmıştır. Ama “tiyatro sanatının en yüksek mertebesi”nde olduğunu düşündüğü Sovyet Rusya’ya 1925 ve 1934’te yaptığı ziyaretlerin ve oradan yazdıklarının yeri ayrıdır. Zira bu metinlerde Sovyet sanatçılarının tiyatro ve sinema alanına getirdikleri yenilikleri anlatmakla kalmaz, oradaki büyük inkılabın müzikten gündelik hayata, tarımdan eğitime hayatın her alanındaki yansımalarını, sıradan “amele”lerin radikal dönüşümünü de coşkuyla kayda geçirir.
Moskova’nın bütün sinema ve tiyatrolarına, kütüphane, müze, konser ve opera salonlarına kolayca girer. “Tamir ve badana hastalığı”na yakalanmış Moskova’da en çok amele sınıfının şimdiye kadar her yerde dışlandığı yüksek sanatla buluşmasının örneklerine hayranlık beyan eder: Tiyatro fuayelerinde şık aktrislerle beraber çay içen işçi kızları, sergi salonlarını gezen “tabur tabur” köylü ve işçiyi, temiz ve şık sade kıyafetleriyle tiyatro salonlarını dolduran ameleleri, tıklım tıklım dolu kütüphaneleri, işçi üniversitelerini ballandırarak ve gıptayla anlatır. “Buraya geldiğim günden beri nereye gittim ve ne gördümse hepsinin karşısında aczimizi ve cehlimizi hatırlayarak göğüs geçirmekten zevk-yab olmaya vakit bulamadım. Ah ne geriyiz, ne geriyiz…” diye yakınarak Türkiye’nin “medeniyet” arayışında “kör değneğini beller gibi” yalnız Batı’yı değil Sovyetler Birliği’ni de model alması gerektiğine işaret eder.
Nergis Ertürk kitaba yazdığı güzel sunuşta özellikle hem Muhsin Ertuğrul’un dinin yerine geçecek yeni bir ahlak ve maneviyat arayışını ve bu arayışın kilit önemdeki parçası olarak sanat ve tiyatro anlayışını ayrıntılı olarak anlatıyor hem de Ertuğrul’un bu ilginç metinlerini “SSCB’den Dönüş” adı verilen seyahatname alt türünün örnekleriyle, özellikle Benjamin’in Moskova Günlüğü’yle birlikte okuyor.
“Modern Türk tiyatrosunun kurucusu” Muhsin Ertuğrul, dönemin “tiyatro mabetleri” olarak gördüğü Almanya, Fransa, İsveç, ABD gibi birçok ülkeye araştırma gezileri yapmış, buralarda gördüklerini de gazete ve dergilere yazmıştır. Ama “tiyatro sanatının en yüksek mertebesi”nde olduğunu düşündüğü Sovyet Rusya’ya 1925 ve 1934’te yaptığı ziyaretlerin ve oradan yazdıklarının yeri ayrıdır. Zira bu metinlerde Sovyet sanatçılarının tiyatro ve sinema alanına getirdikleri yenilikleri anlatmakla kalmaz, oradaki büyük inkılabın müzikten gündelik hayata, tarımdan eğitime hayatın her alanındaki yansımalarını, sıradan “amele”lerin radikal dönüşümünü de coşkuyla kayda geçirir.
Moskova’nın bütün sinema ve tiyatrolarına, kütüphane, müze, konser ve opera salonlarına kolayca girer. “Tamir ve badana hastalığı”na yakalanmış Moskova’da en çok amele sınıfının şimdiye kadar her yerde dışlandığı yüksek sanatla buluşmasının örneklerine hayranlık beyan eder: Tiyatro fuayelerinde şık aktrislerle beraber çay içen işçi kızları, sergi salonlarını gezen “tabur tabur” köylü ve işçiyi, temiz ve şık sade kıyafetleriyle tiyatro salonlarını dolduran ameleleri, tıklım tıklım dolu kütüphaneleri, işçi üniversitelerini ballandırarak ve gıptayla anlatır. “Buraya geldiğim günden beri nereye gittim ve ne gördümse hepsinin karşısında aczimizi ve cehlimizi hatırlayarak göğüs geçirmekten zevk-yab olmaya vakit bulamadım. Ah ne geriyiz, ne geriyiz…” diye yakınarak Türkiye’nin “medeniyet” arayışında “kör değneğini beller gibi” yalnız Batı’yı değil Sovyetler Birliği’ni de model alması gerektiğine işaret eder.
Nergis Ertürk kitaba yazdığı güzel sunuşta özellikle hem Muhsin Ertuğrul’un dinin yerine geçecek yeni bir ahlak ve maneviyat arayışını ve bu arayışın kilit önemdeki parçası olarak sanat ve tiyatro anlayışını ayrıntılı olarak anlatıyor hem de Ertuğrul’un bu ilginç metinlerini “SSCB’den Dönüş” adı verilen seyahatname alt türünün örnekleriyle, özellikle Benjamin’in Moskova Günlüğü’yle birlikte okuyor.