Fakir Baykurt, öykülerinde köy yaşamının sertliği, yoksulluk, cahillik, taassup, batıl inanç, sömürü gibi sorunları ele alarak köylünün maddi ve manevi dünyasını toplumsalcı ve gerçekçi bir bakıştan işliyor. Gözlemlerden, canlı tanıklıklardan yola çıkan yazar, günlük konuşma dilini öyküye taşıyarak zaman zaman mizahi bir dil kullanıyor; bürokrasinin çarkları arasında sıkışan ama içinde de bir umudu barındıran “sıradan insanı”, yaşadığı yerin atmosferiyle birlikte çarpıcı bir biçimde betimliyor.
İlk basımı 1982'de yapılan Barış Çöreği'ni yeniden okurla buluşturuyoruz:
“Türküz efendim...” dedim.
“Neden Türkçe konuşmuyorsunuz madem?”
Aaaa! Kadın eni konu sıkıştırıyor! Elinden gelse polis çağırıp teslim edecek bizi.
“Şu oğlanlardan sıkıldık teyze!” demek de işimize gelmedi tabii. “Biz Almanya'dayız. Türkçemiz o kadar iyi değil. O yüzden Almanca konuşuyoruz...” dedim, hem de babamın öğütlediği gibi biraz da alttan aldım.
“Üç buçuk gün Almanya'ya gitmekle, aslınızı ne tez unuttunuz? İnsan ana yurdunu, ana dilini böyle aşağılara mı iter? Ayıp değil mi?”
“Ama orada derslerimiz Almanca!”
“Olsun! Gene de Türkçe konuşacaksınız!”
Eli çantalı, erkek yapılı bayan bize orada uzun bir konferans verdi. Biraz alçak sesle konuşsa gene neyse. Bağırıyordu. Eridim, asfaltın yarıklarından yerin dibine süzüldüm. Şapır şapır dökmeye başladım gözyaşlarımı. Bu arada Gürsel Mahallesinin otobüsü gelip geçmiş, ayırdında olmamışız.
Geç vakit Fuat amcagile geldik. Ağla Allah ağla. Necmiye de ağlıyor, ben de ağlıyorum. Almanya'da diken üstünde,Türkiye'de diken üstünde. Okulda ardımız önümüz, dört yönümüz kapalı. Belki yarın işçi de olmadan, oradan itilmiş, burada basacak yer bulamamış, sersem tavuklar gibi, ne olacağız biz?
(Gitmez Olaydım İzne!)
Fakir Baykurt, öykülerinde köy yaşamının sertliği, yoksulluk, cahillik, taassup, batıl inanç, sömürü gibi sorunları ele alarak köylünün maddi ve manevi dünyasını toplumsalcı ve gerçekçi bir bakıştan işliyor. Gözlemlerden, canlı tanıklıklardan yola çıkan yazar, günlük konuşma dilini öyküye taşıyarak zaman zaman mizahi bir dil kullanıyor; bürokrasinin çarkları arasında sıkışan ama içinde de bir umudu barındıran “sıradan insanı”, yaşadığı yerin atmosferiyle birlikte çarpıcı bir biçimde betimliyor.
İlk basımı 1982'de yapılan Barış Çöreği'ni yeniden okurla buluşturuyoruz:
“Türküz efendim...” dedim.
“Neden Türkçe konuşmuyorsunuz madem?”
Aaaa! Kadın eni konu sıkıştırıyor! Elinden gelse polis çağırıp teslim edecek bizi.
“Şu oğlanlardan sıkıldık teyze!” demek de işimize gelmedi tabii. “Biz Almanya'dayız. Türkçemiz o kadar iyi değil. O yüzden Almanca konuşuyoruz...” dedim, hem de babamın öğütlediği gibi biraz da alttan aldım.
“Üç buçuk gün Almanya'ya gitmekle, aslınızı ne tez unuttunuz? İnsan ana yurdunu, ana dilini böyle aşağılara mı iter? Ayıp değil mi?”
“Ama orada derslerimiz Almanca!”
“Olsun! Gene de Türkçe konuşacaksınız!”
Eli çantalı, erkek yapılı bayan bize orada uzun bir konferans verdi. Biraz alçak sesle konuşsa gene neyse. Bağırıyordu. Eridim, asfaltın yarıklarından yerin dibine süzüldüm. Şapır şapır dökmeye başladım gözyaşlarımı. Bu arada Gürsel Mahallesinin otobüsü gelip geçmiş, ayırdında olmamışız.
Geç vakit Fuat amcagile geldik. Ağla Allah ağla. Necmiye de ağlıyor, ben de ağlıyorum. Almanya'da diken üstünde,Türkiye'de diken üstünde. Okulda ardımız önümüz, dört yönümüz kapalı. Belki yarın işçi de olmadan, oradan itilmiş, burada basacak yer bulamamış, sersem tavuklar gibi, ne olacağız biz?
(Gitmez Olaydım İzne!)